Düşünmekten korkuyoruz. Neden ve kimden korkuyoruz? Düşünmeyen toplumun heveskar ahmaklarından korkuyoruz.
Korkumuzla sürünün içinde yaşadığımızın farkında mıyız? Aralarında yaşadıklarımızın sürü olduğunu daha anlamadık mı? Sürü olanlar düşünmezler, düşünseler bile kalpleriyle düşünürler ama kalbin düşünecek hali mi vardır? Peki ya biz? Biz neyimiz ile düşünmeye kalktık? Aklımızla. Aklımızla düşündüklerimizi söylemek istedikçe gırtlağımıza sarıldılar. Sesimizi yükselttikçe içinde yaşadığımız sürünün saldırısına uğradık. Sümüklü böcek gibi ezmeye kalktılar. Vazife imiş… Görev ibadetmiş… Kendimize karşı görevimiz yoksa tabi ki birer cemiyet kulu oluyoruz? Bu cemiyetler; tesadüflerin bir araya getirdiği menfaatperest insanlar topluluğu... Ey cemiyet: “İlmin fazileti, ibadetin faziletinden fazladır” diyecek bir düşünür ne zaman sizi uyandıracaktır.
Elli beş yıl haykırdım. Haklı olduğumu haykırdım. Ama haklı iken bile ümitsizliğimle kalıyordum. Ben de ümitsizlik içinde isyan ettim. İsyanım haklılığımı kabul etmeyenlere karşı... Çünkü kucağında yaşadığım cemiyet içinde hep itilmiş ve kabul görmemiştim. Her türlü hakarete maruz kalırken bir yere de tutunmak istememiştim. Toprağından sökülen ağacın hiçbir dalı sağlam kalmamıştı ki tutunaydım. Ya gelecek? Gelecek yok. Hafızamda kalanlar sadece acıtıcıydı. Çünkü herkesin bir putu vardı. Ben putları tekmelerken aralarına giremezdim. Girmediğim için muhitsiz ve mevkisiz kaldım. Geçmişle aç idim. Açıkçası açlığımla kavganın içindeydim. Kavgam putları yıkmaktı. Putsuz bir hürriyete aşıktım. Peki benim putum var mıydı? Putların peşinde koşarken, putlarım hep kendi kendilerini yıkıyorlardı. Putların hepsinden koptum en nihayet. Ve tek başıma idim. Tek başına bu dünyada yaşanmazdı ki. Yalnızlık ve yalnızken bile silinmemek için, ezilmemek için kavgadaydım. Nasıl kavgam olmasın ki? Bana göre daima kurtarılması gerekenler vardı. Benim gibi ezilenlerin de kurtarılması... Benim gibi ve benim gibi sınıfsızların kurtarılması... Kurtarılmak hiçbir renk altında tecelli etmeyecekti. Ama bir rengimiz elbette vardı ve rengimiz rüyalarımızla hep kurtuluştu. Yani kahredici haksızlıklardan kurtulmak için her düşünürle istişare halindeydik. Ama bizim gibi düşünenler ne yazık ki bizim memlekette bir facianın içindeydiler. Çünkü düşünenlerin beyni bu memlekette köpeklerin önüne atılıyordu. Bu memlekette zorba sınıflar düşünen karlı zorba iken, zorbalar hürriyet için mücadele edenleri de kuduz köpek gibi kovalıyordu. Ülkede düşünenlerin kaderiydi bu. Zaten kurtuluş denilen kader başıma konmamıştı. Ve bir türlü karşıma çıkmamıştı. Peşinden hep koşmuştum ama o hep benden kaçmıştı. Ama bir şey anlamıştım, insanların en yaramazı, en terbiyesizi kaplumbağa terbiyecisi gibi insanları terbiye ediyordu. Zillet içinde olanlar, işe yaramazlar insanlığın karşısına en büyük düşünür diye çıkarılıyordu. Gübreden fışkıran düşünürlerin düşünceleri... Arkadaş haklı; bunların gübresinden bir çağ başlatılıyor. Hasta, kekeleyen bir çağ: Ahmak ve serseri çağ ancak bu ahmak ve bu serserilerle başlayabilirdi. Düşünce yok idi bu çağda sadece ahmaklık poz verdirten bir yürüyüşle yürürlükteydi... Ahmaklar gibi poz vermeden yirmi beş yaşında okul ile ilişkimi kestim. Kestim mi? Kestimse niye hala okuyor ve yazıyorum. Olgunlaşmış sandığım elli yedi yaşındayım ve hala peşindeyim. Bu hayat ile bu yaşam ile kendimi öldürmedim ama bereket versin ki, yalan yanlış bilgileri, eşyanın posasını almaktan kendimi kurtardım. Ülkemde böyle bir adamın yeri neresi olmaktadır şimdi? Dilim varmıyor söylemeye ama söyleyeyim; ya tımarhanedir, ya da hapishane. Hapishanelerde bile kendimi düşünenlerin içine koymak için çaba sarf etmiştim. Koyduğum düşüncelerim bulutlara benzemiyordu. Bulutlara güven olmuyordu. Ne yapacakları belli olmuyordu. Bulutlar bazen fırtınaları bazen şiddetli yağışların sebep olacağı selleri dere yatağından dışarıya taşırabiliyorlardı. İşte bu yaptıklarımı bir taç ile taçlandırmak istemiştim. Ama başaramadım. Ne başımda bir taç gördüm, ne de insanlardan bir teşekkür işittim. Ancak bahçemin çiçeklerini gözyaşımla sulamıştım. Meyvelerini gözyaşımla büyütmüştüm. Buna rağmen kimse ne çiçeklerimi gördü, ne de akıttığım gözyaşımı. Unutulan adam olurken ancak kuytularda meyve verecek çiçeklerim açabiliyordu. Bu kuytu köşelerde düşüncelerimin de kimse farkına varmadı. Yine de kah gözyaşımla bir çığlık, kah sessiz sedasız düşünenlerin kapısını tıkırdatırlardı. Zaten bağrı yanıkların kalbi tutuşmuyorsa, orada ne güneşler aydınlatırdı, ne de yanardağdan fışkıran lavlar ısıtabilir...
Meçhul bilgilerden düşüncelerim fışkırmıyordu. Meyhaneye içki içecek gibi değil, benim ki kütüphanem de peyda ettiğim çocuklarım idi, benim düşüncelerim. Kütüphanemde bugün bir başka, yarın bilinmeyen bir çocuk babası oluyorum. Bu da benim kütüphanem ve birkaç dostla ancak barışık bir şekilde yaşayabiliyorum. Yuvam ve ailemdir tüm dostlarla kütüphaneler…
Sort: Trending